`

Kültürel Mirası Korumak: Savaş, Kalkınma ve Dijitalleşme Arasında Etik ve Stratejik Bir Savunma

Kültürel miras, bir toplumun tarihsel sürekliliğini, kimliğini ve kolektif hafızasını yansıtan somut ve soyut değerler bütünüdür. Bu miras; anıtlar, tarihi yapılar, el yazmaları, diller, geleneksel bilgiler, ritüeller ve yaşam biçimleri gibi birçok unsurdan oluşur. Ancak küresel ölçekte yaşanan savaşlar, iç çatışmalar, hızlı ve denetimsiz kalkınma projeleri, çevresel felaketler ve göç hareketleri, kültürel mirası ciddi tehditler altına sokmaktadır. Bugün artık kültürel mirasın korunması sadece bir arkeolog ya da sanat tarihçisinin ilgi alanı değil; stratejik, etik ve politik düzlemlerde ele alınması gereken bir savunma meselesidir.

Savaşın Gölgesinde Kültür: Sessiz Kurbanlar

Savaş, doğrudan insan yaşamını tehdit eden yıkıcı bir eylem olduğu kadar, toplumların kültürel varlıklarını da hedef alan sistematik bir şiddet biçimidir. Antik çağlardan bu yana düşman ordularının şehirleri yağmalaması, kutsal mekânları tahrip etmesi ve zaferlerini kültürel yok ediş üzerinden simgeleştirmesi, savaşın bir “kültürel temizlik” aracı olarak da kullanıldığını göstermektedir.

Modern dönemde bu yok ediş daha organize ve ideolojik bir çehre kazanmıştır. 2003’te Irak’ın işgali sırasında Bağdat Arkeoloji Müzesi’nin yağmalanması, insanlık tarihinin en büyük kültürel kayıplarından biri olarak kayda geçmiştir. Suriye iç savaşında IŞİD’in Palmira Antik Kenti’ni hedef alması, sadece fiziksel bir yıkım değil, medeniyet hafızasına yönelik bir saldırıdır. Afganistan’daki Buda heykellerinin 2001’de Taliban tarafından dinamitle yok edilmesi ise bu yok edişin sembolik doruk noktalarından biridir.

Bu tür eylemler yalnızca fiziksel yapıları yok etmekle kalmaz; aynı zamanda bir toplumu kendi geçmişinden, kimliğinden ve kolektif hafızasından koparma amacı güder. “Kültürel soykırım” olarak nitelendirilebilecek bu eylemler, uluslararası hukuk çerçevesinde savaş suçu kapsamına alınmalı ve caydırıcı yaptırımlarla karşılanmalıdır.

Kalkınmanın Bedeli: Tarih Üzerine Beton Dökmek

Savaş kadar yıkıcı başka bir süreç de, ekonomik kalkınma projeleri adı altında yürütülen plansız inşaat faaliyetleridir. Modernleşme söylemiyle meşrulaştırılan baraj, otoyol, maden, sanayi tesisi ve kentsel dönüşüm projeleri, arkeolojik alanların, tarihi yerleşimlerin ve geleneksel yaşam biçimlerinin geri döndürülemez şekilde ortadan kalkmasına neden olmaktadır.

Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, Ilısu Barajı projesi kapsamında Hasankeyf’in sular altında bırakılmasıdır. 12 bin yıllık kesintisiz yerleşim geçmişine sahip bu kadim kent, sadece bir coğrafyanın değil, insanlık tarihinin ortak mirasıdır. Ancak ekonomik öncelikler, kültürel sorumlulukların önüne geçerek bu mirasın yok edilmesine neden olmuştur. Yüzlerce mağara yerleşimi, kilise, cami, han ve köprü, kısa vadeli enerji politikalarının kurbanı olmuştur.

Kalkınmanın bir gereği olarak sunulan bu tür projelerde etik bir hesaplaşma kaçınılmazdır. Kalkınma ile koruma arasındaki denge, yalnızca mühendislik ve ekonomi boyutuyla değil, kültürel etik açısından da değerlendirilmelidir. “Hangi değeri koruyarak ilerleyeceğiz?” sorusu, geleceğin kent planlamasında merkezi bir yere yerleştirilmelidir.

Kültürel Mirasın Güvenliği: Stratejik Boyut

Kültürel mirasın korunması artık sadece bir “restorasyon meselesi” değil, ulusal ve uluslararası güvenlik politikalarının da konusu hâline gelmiştir. Kültürel altyapıların savaşlarda kasıtlı olarak hedef alınması ve düşman kimliğini yok etme aracı olarak kullanılması, güvenlik birimlerinin bu varlıkları koruma yükümlülüğünü artırmaktadır.

Uluslararası çatışmalarda askeri operasyonlara başlamadan önce bölgedeki kültürel varlıkların haritalandırılması ve korunması için özel birlikler görevlendirilmelidir. UNESCO ve Blue Shield gibi kuruluşların önerileri doğrultusunda “Kültürel Miras Güvenlik Protokolleri” oluşturulmalı ve askeri eğitim müfredatlarına entegre edilmelidir. NATO gibi uluslararası güvenlik örgütlerinin de kültürel miras konusunda stratejik sorumluluk üstlenmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir.

Stratejik koruma yalnızca savaş dönemleriyle sınırlı değildir. Terör örgütlerinin finans kaynağı olarak kültürel varlıkları kaçakçılığa konu etmesi, uluslararası suç şebekeleriyle mücadele kapsamında kültürel güvenliği de içeren yeni iş birliklerini zorunlu kılmaktadır. Kültürel mirasın korunması artık ulusal sınırların ötesinde, kolektif bir güvenlik önlemidir.

Dijitalleşme ve Kültürel Belleğin Geleceği

Teknolojinin kültürel miras alanına sunduğu olanaklar her geçen gün artmakta; ancak bu olanaklar yeni etik soruları da beraberinde getirmektedir. Tehlike altındaki eserlerin üç boyutlu taranarak dijital ortama aktarılması ve sanal müze projeleriyle yeniden erişime açılması, kayıpların telafisi için umut verici gelişmelerdir. Fakat bu “dijital yedekleme” süreçleri, fiziksel varlığın yerini gerçekten alabilir mi?

Bazı durumlarda fiziksel yapının yerini almak şöyle dursun, dijitalleştirilen miras metalaşmakta ve ticarileşmektedir. Sanal ortamda sergilenen kültür, tüketilebilir bir objeye dönüşme riski taşımaktadır. Ayrıca dijital arşivleme süreçlerinde kullanılan yapay zekâ algoritmalarının ne kadar tarafsız olduğu da ayrı bir etik tartışma konusudur.

Kültürel mirasın dijitalleşmesi, yalnızca teknolojik bir ilerleme değil; etik, estetik ve felsefi açılardan da yeniden düşünülmesi gereken bir dönüşümdür. Dijitalin olanakları, fiziksel varlığın anlamını ortadan kaldırmamalı; onu tamamlayıcı bir unsur olarak ele alınmalıdır.

Etik Boyut: Kim İçin, Ne İçin Koruyoruz?

Kültürel mirasın korunmasında temel etik soru, bu mirasın kim için ve hangi amaçla korunduğudur. Uluslararası projelerde yerel halkın sürece ne ölçüde katıldığı, koruma politikalarının halkın yaşam biçimlerini gözetip gözetmediği önemli bir tartışma konusudur. Özellikle koloniyal geçmişe sahip ülkelerde bulunan eserlerin iadesi konusundaki tartışmalar, kültürel mirasın adaletsiz dağılımına ve epistemolojik üstünlük kurma çabalarına işaret etmektedir.

British Museum gibi Batı müzelerinde sergilenen Mısır, Yunan, Osmanlı ve Mezopotamya kökenli eserlerin geldikleri ülkelere iadesi yönündeki çağrılar, sadece hukuki değil, etik sorumluluklar da içermektedir. Kültürel adalet, yalnızca geçmişin hesabını sormak değil; gelecekteki paydaşlığın zeminini inşa etmektir.

Bu bağlamda etik bir kültürel koruma politikası; yerel halkın bilgeliğini dışlamayan, onları karar alma süreçlerine dâhil eden ve koruma uygulamalarını yerinden ve çok aktörlü hâle getiren bir yaklaşımı benimsemelidir. Sadece uzman görüşü değil; halkın belleği, yaşam pratiği ve değerleri de korunacak mirasın bir parçası olmalıdır.

Kültürel Mirası Savunmak Geleceği Savunmaktır

Kültürel miras, geçmişin izlerini değil, geleceğin yönünü de içinde barındıran dinamik bir bellektir. Savaş, kalkınma ve teknolojik dönüşüm süreçleri bu belleği tehdit ederken; insanlık kendi köklerini kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Bu nedenle kültürel mirası korumak, yalnızca taş binaları ayakta tutmak değil; toplumsal aidiyeti, tarihsel adaleti ve insanlık onurunu savunmaktır.

Bugün karşı karşıya olduğumuz küresel krizler, kültürel mirasın korunmasını lüks değil, zorunlu bir savunma stratejisi hâline getirmiştir. Bu strateji; etik, hukuki, teknik ve toplumsal boyutları olan bütüncül bir yaklaşımla ele alınmalı; mirasın korunması yalnızca geçmişin değil, birlikte yaşanabilir bir geleceğin inşasına katkı sunmalıdır.

Paylaş:
Prof. Dr. Nesrin ÇOBANOĞLU YÜKSEL

yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlendi *